top of page
Can Taşkent

Mutluluğu Tasarlamak

Güncelleme tarihi: 4 Şub 2023


Kökeni sırasıyla eski Yunanca “pater” (baba), eski Latince “patronus” ve eski Fransızca “patron” kelimelerinden gelen “pattern” kelimesi 14. yüzyılın başlarında daha çok “şablon”, “kalıp” ve “taklit edilen şey” anlamlarında kullanılırken 15. yüzyılda “davranış modeli”, “biçim düzeni”, “örnek” gibi karşılıkları da kapsamına almaya başlıyor.


Doğanın Çalışma Yöntemi


Kelimenin etimolojik kaynağı olan “baba” veya daha geniş anlamıyla “büyükler” çocukluk döneminde örnek alınır, taklit edilir. Bu bir öğrenme yöntemidir. Yetişkinlikte ise artık çevredeki örneklerin çoğalması ve akıl hâkimiyetinin de gelişmesi ile bu “doğrudan taklit” durumu ilk bakışta seçilemeyen “altta yatan” bir davranış kalıbı haline gelir. Kelimenin Türkçede “örnek”, “model”, “biçim düzeni” gibi karşılıkları var ancak sözü edilen bütün bu anlamları kucaklayan Türkçe bir kelime bulunmuyor.

Pattern’ler psikolojide, felsefede, edebiyatta, mimarlıkta, mühendislikte, birçok tasarım, sanat ve zanaat alanında sıkça kullanılıyor ama hepsinin ötesinde, doğada karşımıza çıkıyor. Yaşar Kemal bir yazısında, doğadaki çeşitliliğe duyduğu hayranlıktan söz ederken, 1993 yılında Unesco Courier dergisi için astrofizikçi Hubert Reeves ile yapılmış bir röportajdan aşağıdaki alıntıyı paylaşır:


“…Diğer bir örnek de kar kristalleridir. Onlara mikroskop altında baktığımızda, hepsinin altı uçlu olduğunu görürüz. Kural budur: altı ucu olmayanlar kar kristali değildir. Ama onları daha yakından incelersek, altı uçlu olmalarına rağmen birbirlerinden farklı olduklarını görürüz. Kar kristalleri, aynı strüktüre sahip olmalarına rağmen sonsuz sayıda modüler motiflerden oluştukları için bu kadar güzeldirler. İçinde onların fotoğraflarından başka bir şey bulunmayan harika kitaplar basılmıştır. İnsanlara gelince, aynı kar kristalleri ve kelebeklerde görüldüğü gibi doğa iki işle uğraşmaktadır: bir yandan organizasyon yapar, kuralları koyup düzeni sağlar, diğer yandan düzenin sıkıcı tekdüzeliğini kusurlara ve belirsizliğe –diğer bir deyişle çeşitliliğe- yer açarak kırar.”



“Kar Kristalleri”, W.A. Bentley, 1931

Mutluluğun İnşası


Bildiğimiz anlamda mimarlık mesleği ve mimarlar ortaya çıkmadan önce, insanlar barınma sorununu kendi başlarına çözerlerdi. Daha sonraki dönemlerde bu işi yapı ustaları üstlendiler. Bu işin akademik bir eğitimi yoktu, binalar geleneklerden gelen alışılagelmiş “bir dizi normlar” üzerine yapılan çeşitlemeler yoluyla inşa edilirdi.

Bu normlar yıllar boyu bireysel ve sosyal fonksiyonlar, doğa ile mücadele ve doğadan faydalanma ihtiyacı, kültürel yapı ve gelenekler üzerine kuruludur ve “özde” hala geçerli kabul edilir.


Romalı Mimar – mühendis Vitrivius, tahminen m.ö. 45-15 yıllarında yazdığı “Mimarlığın On Kitabı” adlı eserinde antik tapınaklarda kullanılmış olan mimari düzenleri tarif eder. Kolonların tasarımında insan ölçüleri esas alınmıştır. Ayak uzunluğu boyun altıda biri olduğu keşfedilmiş bunun üzerine Dor tipi sütunun gövde yüksekliği taban kalınlığının altı katı olacak şekilde belirlenmiştir. Daha sonra İyon düzeni için kadının zarafetinden yola çıkarak bu oran sekizde bir olarak değiştirilmiştir. En son ortaya çıkan Korint düzeni ise “genç kız narinliği”ni esas almıştır.


“Çünkü eskiler tüm yapıtlarında doğanın gerçeğinden kaynaklanan kesin uygunluk ilkelerine göre hareket ediyorlardı. Sonuçta, karşı çıkan olduğunda yalnızca gerçeklik temelinde açıklanabilecek şeyleri onayladıklarından mükemmelliğe eriştiler. Böylelikle, anlatılan kaynaklardan, her bir düzen için simetri ve oran kuralları belirleyerek bunları bize bıraktılar” diyor üstat. “Biz”e de bu patternler üzerinden ilerleyerek kendi özgün eserlerimizi gerçekleştirmek düştü.


Geleneksel Türk evinin kurgusu birçok araştırmacıya göre Türklerin göçebelik dönemindeki yaşam düzeninden gelir. Aileler çadırda yaşarlardı ve bütün günlük aktiviteler aynı hacimde gerçekleştirilirdi. Yerleşik düzene geçilmesi ile birlikte, ortak bir meydan etrafında kurulmuş ve her biri kendine yeten çadır sistemi, ortak bir alana açılan bağımsız odalar haline dönüşmüştür. Bu ortak mekan (sofa – hayat) evin bulunduğu iklim ve coğrafya koşullarına uyum sağlayacak şekilde değişiklikler gösterir. Mekanların biçimlendirilmesinde kültürel yapı etkendir, örneğin eski Türk evinde selamlık bölümü haremlik bölümüne nazaran daha süslü ve gösterişlidir. Ev içe dönük yapıdadır, dış ilişkiler kısıtlı ve korumalıdır. Bir zengin evi ile bir fakir evi arasında oda sayısı ve kullanılan malzemelerde farklılıklar olsa da temel ilkeler aynıdır.


Benzer patternler kullanılarak özgün odalar, evler, şehirler kurulmuştur.

Christopher Alexander, 1970’li yıllarda biraz romantik biraz da spiritüel bir tarzda yazdığı “The Timeless Way of Building” kitabında ve bunu izleyen diğer çalışmalarında, “yaşayan” evler ve şehirler tasarlamak için kullanılabilecek bir “pattern dili”ni tarif ediyor ve bu konuda örnekler veriyor. Pattern dili de diğer bütün diller gibi “bir grup eleman veya sembol“ ve “bu eleman veya sembollerin bir araya getirilişini belirleyen kurallar dizisi”nden oluşur.


Alexander şöyle söylüyor:

“Biliyoruz ki bu (pattern dili), bir kişinin belli sayıda farklı çeşitlerde – ama aynı ailenin üyeleri olan- binalar yaratmak için kullanabileceği belli sayıda kurallardan oluşan bir sistemdir ve bu dilin kullanımı bir köyün veya kasabanın insanlarına bir yeri “yaşanılır” kılan bu düzen içinde çeşitlilik durumunu yaratmalarını sağlar.”


Doge’s Palace


Procuratie Vecchie


Mimar Robert Venturi, 1966 tarihli “Mimarlıkta Karmaşıklık ve Çelişki” adlı kitabında diyor ki: “Geçerli bir düzen kompleks bir gerçekliğin çelişkili durumlarını üstlenir. Hem üstlenir hem empoze eder. Bu sayede “kontrol ve rastlantısallık”, “kusursuzluk ve serbestlik” yani bütün içinde doğaçlamaya izin verir.” “Burada bir düzen kurarsınız ve onu bozarsınız ama bunu zafiyetten değil yetkinlikten dolayı yaparsınız”.


Alain de Botton, 2006 tarihli “Mutluluğun Mimarisi” adlı kitabında, binaların insanlar üzerindeki etkisini incelerken mimaride “simetri” ve “düzen” konularına değiniyor. Ona göre insan -ki tabiat ana da bu yöntemi kullanır- ne kusursuz düzenden ne de başına buyrukluğun belirsizliğinden mutlu oluyor. Botton kişinin “algılayabildiği” bir sistem içerisindeki sürprizlerden ve çeşitlilikten keyif aldığını savunuyor. Verilen örnekler arasında Venedik San Marco Meydanında yer alan iki binanın bu anlamda karşılaştırılması var. Binaların cephe tasarımlarında benzer patternler izlenmiştir ancak 1340-1420 tarihli Doge’s Palace’ın cephesi 1532 tarihli Procuratie Vecchie’nin katı düzenli cephesine oranla daha fazla çeşitliliğe sahiptir.


Doğanın çalışma tarzı olan “kuralları koy, kuralları esnet” yönteminin insanoğlunun mutluluğu için de geçerli bir formül olduğu söylenebilir.

“Tasarlanmış karmaşa”: kuralları koy, kuralları esnet.

Aynı Nakarat


“Çocuklara müzik, fizik ve felsefe öğretmek gerekir; ama en önemlisi müziktir, çünkü müzikte ve bütün sanatlarda kullanılan patternler öğrenmenin anahtarıdır.” – Plato

İnsan beyni müziği neden severmiş biliyor musunuz? Notalar belirli bir düzen çerçevesinde, partisyonlar içinde tekrarlanır ya, beyin hep bir sonraki melodiyi tahmin etmeye çalışır ve bundan büyük keyif alırmış.


Müziğin ve nörolojik etkileri üzerine nispeten yakın zamanda yapılmış birçok bilimsel araştırma var. Nörobilimci Valorie Salimpoor’un 2011 yılında Kanada McGill Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği bir çalışmada, insanlara sevdikleri müzik parçalarını dinletilmiş ve bu sırada beyin aktiviteleri incelenmiş. Parçaların vurucu noktalarında olduğu gibi, bundan bir an öncesinde de beyinde dopamin seviyesinin yükseldiği görülmüş. Yani bu kilit anlarda insan bir beklenti içine giriyor, bu beklenti önceki müzikal deneyimlere oranla karşılanırsa ne ala, hele ki sonuç beklentiyi aşarsa beynin “ödüllendirme merkezinde” adeta havai fişek patlamasına benzer bir keyif deneyimi yaşanıyor.

Für Elise, Beethoven, 1810

Kültürel birikimden gelen tanıdık akor sekansları ve gamlar bir melodinin nasıl devam edebileceği hakkında insana fikir verir. Müzik çağlar boyu bu patternler çerçevesinde yazılmış ve icra edilmiştir. Genel yaklaşım bir bestenin belli bir anahtara uygun bir giriş ve ana tema ile başlaması, bazı “dönemeçler” ve “yan yollar” ile dinleyiciyi meraklandırması, heyecanlandırması ve sonunda mutlaka ana temaya dönerek (coming home) rahatlatması üzerine kuruludur. Örneğin blues ve rock’n roll müzik en klasik hali ile bir gamın birinci (tonik), dördüncü (sub dominant) ve beşinci (dominant) seslerine ait akorlar üzerine kuruludur. Müzisyenler bu temel pattern üzerinde alternatifler, çeşitlemeler ve süslemeler yaparlar.


Pop müzikte “nakarat” en çok tekrarlanan ve akılda kalan bölümdür. Kıtalar kişiyi çoğunlukla melodisinden ziyade içeriği ile yakalar. Enstrümantal sololar genellikle duygulara hitap eder. Bu bölümler keyifle dinlenir ama insan için için hep eşlik edeceği nakarat kısmını bekler. Bekler ama beklediğini kolayca bulursa da çabuk sıkılır. Aslında bir nevi cinselliktir bu. Bu yüzden besteci tam nakaratın geleceği yerde parçayı farklı bir akor dizisi hatta farklı bir gamda yazılan ve adına “bridge” denilen bir yol ayrımına saptırıverir. Yine nakarata döneceğimizi bile bile, bir süre bu yan yoldan ilerleriz. Bu şaşırtma yöntemlerinden biri de “aldatıcı kadans” olarak bilinir. Gamın beşinci (dominant) akorunun normal olarak birinci (tonik) akora bağlanması beklenirken örneğin altıncı sesin akoruna sapılıverilir. Bu hamle insanda iyi bir dominant akor ile tonik akora dönme arzusunu kuvvetlendirir. Müzik öğretmenim İzi Eli bu müzikal manevrayı “düşün ki büyük bir hevesle kız arkadaşını görmeye gidiyorsun, zili çalıyorsun ama kapıyı annesi açıyor” diye örneklemişti. Tüm bu küçük oyunlar dinleyiciyi heyecanlandırır, parçaya olan ilgisini taze tutar. Sözü geçen patternlere uymayan müzikal performanslar ise çoğu insana sıkıcı, yorucu hatta itici gelir. Bazı 20. yüzyıl müzisyenleri ise bu kalıpları radikal anlamda kırarak insanları şaşırtmayı, hatta provoke etmeyi denemiş ve bu konuda başarılı da olmuşlardır.


Tasarım Patternleri


Ünlü mimar Le Corbusier’e göre “Sistemsiz bir sanat eseri olamaz”.

Corbusier’nin söz ettiği bu sistem, tasarım dünyasında çeşitli patternler üzerinden kurgulanmaktadır. Arketipler, örnek alınan, esinlenilen, referans gösterilen, klasikleşmiş örneklerdir. Paradigmalar ise denenmiş, kabul görmüş, adapte edilebilen gidiş yolu, düşünce modeli, kuramsal çerçevelerdir. Uygulamalı işlerde hem somut hem soyut anlamları ile klişe, kalıp, şablon, taslak (template) gibi araçlar kullanılabilir.

San Vicente Library, J. M. Chofre, 2010

Bu noktada pattern kelimesinin taklit edilen “kalıp” anlamından yol gösterici bir “düzen” anlamına kadar değişik karşılıkları olduğunu bir daha vurgulamak isterim. Hayat belirli patternler üzerinde “taklitçi” diğer bir deyişle “tekrarlamalı” üretim ile başlıyor, sonrasında “yenilikçi” üretim geliyor. Bu sıralama insanın hayatı için de geçerlidir, toplumların geçirdiği dönemler için de.


İster endüstriyel ister sanatsal olsun, tasarım sürecinde belirli patternler dahilinde “tekrarlamalı” üretim ile “yenilikçi” üretim aynı anda, iç içe kullanılır. Bu ikisinin arasındaki oran ise hassas bir konudur, ortaya çıkan eserin yaratıcılık değerini ciddi anlamda bu denge belirler.


James Ackerman, Michelangelo için “(mimari eserlerinde) yeni bir form veya anlam yüklemediği bir motifi nadiren kullanır” demiş. Büyük usta bunun yanı sıra eski modellerin önemli özelliklerini “izleyenlerin yeniliklerin tadını çıkartırken örnek alınan kaynağı da anımsayacakları şekilde”korumuştur.


Kahramanın Yolculuğu


İlk bölümü 1977 yılında vizyona giren ve 2005 yılına kadar aralıklarla çekilen filmlerle iki tematik üçleme haline getirilen bilim kurgu serisi Star Wars, bir sinema eseri olmaktan öteye geçmiş, karakterleri, çizgi filmleri, romanları, oyuncak figürleri, t-shirtleri ve diğer koleksiyoner parçaları ile popüler kültüre damgasını vurmuştur.


Efsanevi serinin 2015 yılı itibarı ile yeni bölümlerinin çekileceği haberi, hayranları tarafından büyük bir heyecanla karşılandı. Dedikodular, kaçak görüntüler, fragmanlar sosyal medyada paylaşıldıkça beklentiler de haliyle oldukça yükseldi. Bütün “fan”ler aylar öncesinden aldıkları biletlerle salonlara koştular. Ne var ki film izleyicilerden karışık tepkiler aldı. Çekimler, oyunculuk, aksiyon hepsi çok başarılıydı. Ya senaryo? Sahi benzer konular 1970-80’li yıllarda çekilen “Orijinal Üçleme”de zaten işlenmemiş miydi? Bir gariplik vardı ama neydi?


“Ve yine, şiir gibi, bir anlamda kafiyeliler. Her kıta bir nevi bir önceki ile kafiyeli. Umarım iyi sonuç verir”


Yapımcı – yönetmen George Lucas, Star Wars Orijinal Üçleme’nin tamamlanmasından 16 yıl sonra çekimlerine başladığı, serinin daha öncesinde yaşananları anlatan Prequel Üçlemesi’nde tekrar eden tema ve senaryo elemanları ile ilgili böyle söylüyordu. “Kafiyeli”.


Gerçekten de geriye dönüp önceki filmlere bu gözle bakıldığında, Orijinal Üçleme’de de benzer formüllerin izlenmiş olduğu fark ediliyor. Deneyimli bir üstat, sıradan bir hayat süren fakat özel yetenekleri olan genç kahramanı “kaderinin öngördüğü” yola yönlendirir, kendisi bu yolda dramatik biçimde ölür, kahramanımız eğitim ve deneyim ile güçlerini geliştirir, finalde bütün galaksinin geleceğini etkileyecek işler yapar.


Aslında yalnızca Star Wars filmlerinde değil, klasik ve popüler birçok eserde temel bir konu dizisi, tekrarlanan temalar, farklı dönemlere ait çalışmalardan referanslar sıklıkla kullanılır.

Joseph Campbell, edebiyatta ve mitolojide çeşitli formlarda karşımıza çıkan bu kurguyu “Kahramanın Yolculuğu” adında bir “taslak” üzerinden tarif eder. Çoğu anlatımsal eserde ortak kullanılan bir “olaylar zinciri”, bir örüntü, daha geniş anlamı ile bir “pattern”dir bu.

“The Hero’s Journey”, J. Campbell, 1987

Star Wars’ın bu derece benimsenmesine ve sevilmesine yol açan belki de en önemli etken buydu. Film, hepimize son derece tanıdık gelen kalıplar üzerinden özgün bir hikaye anlatıyordu. Lucas’ın deyimiyle bir “space opera” esasen uzayda geçen bir peri masalıdır bu. “İmparator” Palpatine, “Prenses” Leia, Jedi “Şovalyeleri” bu anlamda hep bilinçli seçilmiş isimlerdir. İkinci dünya savaşı ve Naziler, uzakdoğu felsefesi ve samuraylar, vahşi batı ve kovboylar “çok uzun zaman önce, uzak bir galakside” hayal edilmiş halleriyle karşımıza çıkarlar.

George Lucas, kurucusu olduğu Lucasfilm’i Star Wars serisinin hakları ile birlikte 2012 yılında Disney’e devrettikten kısa bir süre sonra, çekilecek yeni film hakkında firma yönetimi ile anlaşmazlığa düştü. Lucas’ın 2000’li yıllarda yönettiği Prequel Üçlemesi büyük oranda dijital ortamda hazırlanmıştı. Tam da o dönemde ortaya çıkan bu teknolojik yenilik yapımcılara hayal gücünü zorlayan imkânlar vermiş, ne var ki çıkan sonuç “yapay görünümü” ve “seriye yabancılığı” nedeniyle ağır eleştiriler almıştı. Bu yüzden yeni üçlemenin ağırlıklı olarak analog kameralar ve pratik efektler kullanılarak çekilmesine karar verildi, böylece 1970-80’lerdeki filmlerin görsel estetiği elde edilecekti. Hatta Orijinal Üçleme için çalışmış oyuncular, tasarımcılar ve uygulamacılar ekibe katıldı, ilk filmlerin çekildiği stüdyolar tekrar kiralandı.


“Retro bir film yapmak istiyorlardı. Bundan hoşlanmıyorum. Ben her filmimi farklı gezegenler, farklı uzay gemileri kullanarak yeni ve farklı kılmak için çok çalışıyorum” Serinin “baba”sı Lucas, sıradaki bölümlerin yaratıcı kadrosunda yer almayacak olmasının nedenini böyle açıklıyordu.

Star Wars A New Hope, 1977

Star Wars The Force Awakens, 2015

Yönetmen J.J. Abrams ve yapımcı ekip, yeni filmi Lucas’ın da önceden yaptığı gibi, serinin artık gelenekselleşmiş olan patternleri üzerine kurdu. Bunu hem atmosfer hem de senaryo anlamında Orijinal Üçleme’ye sık ve açık referanslar vererek yaptı. Sonuç özellikle sözü geçen filmleri bilenler tarafından “doğal görünümlü” ve “tanıdık” bulundu ama bu defa da film “innovasyon” eksikliği nedeniyle ciddi anlamda eleştirildi. Abrams filmin gösteriminden aylar sonra yapılan bir söyleşi sırasında bu eleştirilere bir açıklama getirdi:


“İşin garip yanı, Orijinal Üçlemenin son halkasından bu yana uzun zaman geçti. O arada bilindiği gibi “Prequel Üçlemesi” çekildi, biz de bir anlamda hikayeyi kaldığı yerden yakalamak istedik. Bu yüzden tamamen bilinçli bir şekilde – ki bunun alay konusu edildiğini biliyorum – tanıdık elemanları ödünç almaya çalıştık ki filmin geri kalanı Star Wars olarak bildiğimiz şeye tutunabilsin.”


Bilinçli veya değil, patternler üzerinden “tekrarlamalı” ve “yenilikçi” üretim dengesi açısından bakıldığında The Force Awakens izleyenlere serinin önceki bölümlerine oranla daha fazla “deja vu” etkisi vermiş gibi görünüyor. Ya “mutluluk tasarımı” açısından bakarsak?


“Dostum, sonuçta bu Star Wars!”


Kaynaklar


L’esprit Nouveau, Amedee Ozenfant, Le Corbusier, Da Capo Press, 1968

64 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page