top of page
Can Taşkent

Toplu konutta “demokratikleştirme” arayışı

İlk yayım: Yapı Dergisi 327. sayısı, Şubat 2009

Avrupa’da endüstri devrimi sonrası büyük kentler, kırsal alandan gelen büyük göç yükü karşısında bocaladılar. İlerigörüşlü olmayan çözümler yetersiz kalırken, çalışan kesim sağlıksız hayat koşullarına mahkum edildi. Özellikle savaş döneminde ciddi boyutlara ulaşan toplu konut sorunu üzerinde yeni arayışlara gidildi. Yazıda “bahçe-şehir”den “anıtsal süper-bloklar”a kadar toplu konuta yüklenen manifestal anlamlar gözden geçirilirken, bugün olağan kabul ettiğimiz ancak o zaman için devrimsel nitelik taşıyan eşitlikçi fikirlerin “mimarları”na “prometyen” bir vasıf yakıştırılıyor.

 

Giriş

Kökleri İ.Ö. 5. yüzyıl Eski Yunan Uygarlığına dek uzanan “demokratikleştirme” çabaları, özellikle 17. yüzyıl Avrupa’sının aydınlanma döneminden, 1948 yılı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne uzanan süreç boyunca toplumsal yaşantıyı manipule etmiştir. İnsanların hak ve özgürlüklerinin eşitliği adına gösterilen bu çabalar, tam da bu eşitsizlik durumu üzerine kurulmuş olan “aristokratik düzen” için büyük bir tehdit oluşturmuştur. Buna karşılık aristokrasi, demokratik düşünce karşısında varlığını baskı ve hatta korkutma yoluyla sürdürmeye çalışmıştır.

Kaukasian kartalı ve Prometheus

Prometheus “mit”i

İnsan haklarının en eski savunucularından biri, Yunan mitolojisinde; Zeus’u, iyisi ölümlülere kalsın diye etin kötü porsiyonunu seçmesi için kandıran Prometheus olmalı. Bunun üzerine Zeus, intikamını ateşi insanlara yasaklayarak alır. Bazı kaynaklarda insan ırkının yaratıcısı olarak da gözüken Prometheus, ateşi tanrılardan çalar ve insanlığın hizmetine sunar. Zeus, bu haddini bilmezce davranışının cezası olarak Prometheus’u bir kayaya zincirletir ve bir kartal yavaş yavaş onun ciğerini yer. İnsanlara da, “ceza” olarak, ilk kadın olan Pandora’yı gönderir.

Prometheus’un düşüncesizce yapılmış ‘demokratikleştirme’ çabası bu şekilde hem kendisi hem de insanoğlu için büyük acılara malolmuştur! [1]

Kaukasian kartalı ve Prometheus

Tarih boyunca Prometheus, baskıcı sisteme karşı direnişin sembolü olarak bilinir. Tanrılar için ateşin insanlara sunulması, onlara özgü bir imtiyazın ölümlülerle paylaşılması, dolayısıyla da kendilerine duyulan korku kaynaklı saygının azalması anlamına geliyordu. Demokratik sistemin öncüsü sayılabilecek olan Yunanlıların, “zalim” tanrı Zeus’a baş kaldırmaya cesaret eden kahramanın çektiği acıları vurgularken bir bildikleri olmalı.

Plato’ya göre Prometheus Ephaistos’tan ateşi ve onu kullanma becerisini, Athena’dan da “bilimsel düşünce”yi çalarak bunları insanlara sunar. Bu sayede insanlar kendilerine “yüzü güneşe dönük” evler yapar, yıldızlarla yollarını bulur, saymayı ve ezberlemeyi başarırlar. [2] Prometheus insanlara bir anlamda bilimi, mimarlığı ve çeşitli zanaatleri bahşetmişti, ancak onlar halen “sosyal ahlak”tan yoksun oldukları için bir süre sonra gruplaşmaya ve birbirlerini öldürmeye başladılar. Sonunda Zeus Hermes’e, insanlara “diğerlerine saygı” ve “adalet” erdemlerini ulaştırmasını emretti. Bunlar, zanaatlerden farklı olarak, kişiden kişiye değişiklik göstermeyecek, herkese eşit dağıtılacaktı. Zeus, aksi halde gerçek anlamda uygar kentlerin kurulmasının mümkün olmadığını düşünüyordu. Bu erdemleri taşıyamayanlar ise ölümle cezalandırılacaktı. [3]

Eski filozoflar böylece bilimsel yeteneklerin ve zanaatlerin belirli bir ahlaki temele dayandırılmadan kullanılmasının doğuracağı tehlikelere işaret etmişlerdir.

Vitruvius, bir rastlantı sonucu ateşi keşfeden ilk insanların bu sayede biraraya gelerek sosyalleştiklerini, zaman içinde diğer canlılardan farklı olan yeteneklerini keşfettiklerini ve kendilerine barınaklar yapmaya başladıklarını öne sürer. Düşünme ve kavrama yetenekleri sayesinde giderek “uzmanlaşan” ve ustalaşan insanlar çeşitli zanaatlere, sanata ve bilime yöneldiler. Böylece ilkel ve barbar bir yaşamdan uygarlığa ve inceliğe yönelmiş oldular. [4]

Çağlar boyunca en ilkel barınaklardan günümüz konutlarına kadar ateş hem pragmatik hem spirituel açıdan merkezi konumunu koruyagelmiştir. [5]

Kral “Büyük” Friedrich, Berlin’e askeri ve kiralık barınakları getiriyor…

19. yüzyılın 2. yarısında imparatorluğun başkenti Berlin’de, kral “Büyük” Friedrich, halkının problemlerine en az İspanyol ve Fransız “meslektaşları” kadar uzaktı. Zamanını ve parasını, hanedanı için saraylar ve bahçeler yapmak, bunları yenilemek ve genişletmek için harcamaktaydı. Kral ne savaş ne de barış zamanlarında, gittikçe kalabalıklaşan kent için büyüme planları yaptırmaya öncelik vermedi.

Komutanları gittikçe yükselen kiralardan şikayetçi olmaya başladıklarında, kral Friedrich konut sahipleri için yeni kurallar uygulamaya koydu. Buna göre, belirli kesimlerden aileler, “en büyük ve en güzel evleri kendilerine ayırdıkları ve böylece kiraların artmasına sebebiyet verdikleri” için, polis zoruyla tek bir evde birlikte yaşamaya mecbur bırakıldılar.

Hayat tarzları bu tür bir izolasyonu zorunlu kılan aristokrat aileler ise doğal olarak bu kuralın dışında tutuldular. Gittikçe artan konut ihtiyacını karşılamak ve toplam nüfusun beşte birini oluşturan askerlere barınak sağlamak amacıyla kral, şehri Londra örneğinde olduğu gibi merkezden dışarıya doğru genişletmek yerine, sonradan olumsuz etkileri görülecek olan Paris modelini seçti ve kent merkezini yüksek kiralık yapılarla (Mietskasernen) yoğunlaştırdı. Böylece askerler, eşleri ve çocuklarıyla tek bir çatı altında toplanırken, kent nüfusu bir anlamda bu tip konutlarda yaşamaya itilmiş oldu. Friedrich, Berlin sokaklarına “ihtişamlı” bir görünüş kazandırdığı düşüncesiyle 300 kadar kiralık konut yaptırdı. Bunların cephelerini tasarlayacak kadar da ileri giderken, bir yandan da halkını yaptıklarından dolayı ona şükran duymamakla suçluyordu.

Rönesans döneminde Avrupa; Roma ve Yunan dünyasını keşfedecek, efsaneler ve mitolojiye ilgi duyacak, dönemin soyluları kendilerini tanrılar ve kahramanlarla özdeşleştireceklerdi. Bu eğilim, dönemin sanatçıları için de ilginç bir çalışma alanı yaratmıştır. Örneğin kral Friedrich için yaşamının sonlarına doğru “dünyevi işlerden ve ölümlülerin sıkıntılarından uzakta huzur bulacağı”, Hadrian tapınağına benzer anıtkabir önerileri getirilmiştir.

Mietskasernen, Berlin


19. yüzyıl, endüstri devrimi ile birlikte merkezi avrupa kentleri kırsal kesimden ve yurtdışından büyük göçlere sahne oldu. Ortaya çıkan büyük konut açığı 5-6 katlı, iç avlulu apartman binaları ile karşılanmaya çalışıldı. Durum, özellikle Berlin’de trajik boyutlara ulaştı. Halihazır imar kanunu ve yetersiz kent planı Berlin’i 19.yy 2. yarısında dünyanın en büyük Mietskasernenkenti haline getirdi. Bu tür tipik bir bina, herbiri yaklaşık 5m2lik arka arkaya 3 iç avluya sahipti ve 7 katta 325-650 kişi insanlık dışı koşullarda yaşamaktaydı.[i]

Çok çocuklu işçi aileleri için hayat kabusa dönüşürken, “doğal ışık” ve “temiz hava” zengin ve soylu aileler için bir imtiyaz haline gelmişti.

Bir “demokratikleştirme” hareketi

19. yüzyıl sonlarına doğru mimarlar ve kent plancıları bu sağlıksız koşullara karşı çözüm arayışına girdiler. Mimar Alfred Messel’in Berlin- Sickingerstrasse’deki binası konut reformunda bir kilometre taşıdır. Yapı 1-3 odalı ortak banyolu 125 adet konuttan oluşur ve yeşil bir iç avlusu vardır.[7]

En tanınmış önerilerden biri, sonradan bir “hareket” haline gelmiş olan, Ebenezer Howard’ın “bahçe şehir” fikri idi. İngiltere’de de büyük kentler, endüstrileşme sonucu ortaya çıkan göç yüküne hazırlıksız yakalandı. Fakirlik, kötü yaşam koşulları, hava kirliliği ve temiz su kaynaklarının azalması, binlerce insanın ölümüne malolan iki kolera salgınına yol açtı. Konutlarla ilgili yapılan yeni yasal düzenlemeler halkın sağlığı açısından olumlu sonuçlar verdiyse de göç sorununa bir çözüm getirilebilmiş değildi.19.yy sonlarına doğru John Ruskin and William Morris mimarlıkta ve kentsel planlamada çevresel sorunlara ve sağlıklı yaşam koşullarına duyarlı bir yaklaşımın öncülüğünü yapmaktaydılar.William H. Lever’in şirket çalışanları için fabrika yakınında uygun koşullarda kurduğu konut yerleşimi, George Cadbury’nin hem işçiler hem de diğer insanlar için yaptırdığı bahçesinde sebze yetiştirebilen teraslı konutları, 20.yy başlarında Barry Parker ve Raymond Unwin tarafından Rowntree çalışanları için tasarlanan kasaba, ilk bahçe şehir için birer prototip niteliğindeydi.

Bahçe Şehir Letchworth

Ebenezer Howard, Amerika’da bulunduğu sırada Chicago’nun büyük yangın sonrası rehabilitasyon ve banliyöleşme çalışmalarına şahit oldu. New York’taki Central Park’tan da sorumlu olan kent plancısı Frederick L. Olmsted’in yenilikçi fikirlerinden etkilendi.

Howard, 1902 tarihli “Yarının Bahçe Şehirleri” adlı kitabında, kent merkezinden (çalışma bölgesi) yeşil bantlarla ayrılmış ve buraya raylı sistemle bağlanan “yaşam birimleri” kurulmasını öngörmekteydi. Fikrini bu “kentsel şema” altında birçok diyagram ve ekonomik argümanlarla desteklerken, sistemin kurulacağı yere göre uyarlanmasının gerekliliğine işaret ediyordu.

1914’de Barry Parker ve Raymond Unwin önderliğinde Letchworth, İngiltere’de ilk bahçe şehir hayata geçirilmişti bile.[8] “Bahçe şehir hareketi” Almanya’da da yankı bulmakta gecikmedi ve mimar Bruno Taut, Berlin için bu tür projeler üretmekle görevlendirildi. Bu, toplu konut açısından talihsiz bir geçmişe sahip olan kent için radikal bir gelişmeydi.

“İş-birliği”

1914 yılında gerçekleştirilen ve önceleri canlı renklerinden dolayı basının kıyasıya eleştirdiği bahçe şehir Falkenberg, Mietskasernen’lerden bunalan insanlara yeni bir yaşam biçimi sunuyordu.

Bruno Taut, Berlin’de 1924- 1931 arasında 12.000 civarında konut inşaa etti. Özellikle mimar Martin Wagner ile birlikte hazırladığı Hufeisensiedlung projesinde, endüstriyel inşaat teknikleri ile yapıldığı halde “mimari” kaliteden ödün vermeyen toplu konut yerleşimlerinin gelecek vaadettiğini göstermiştir. Hufeisensiedlung, 472’si müstakil 1027 konutla Almanya’nın bu anlamdaki ilk büyük yerleşim projesidir. İnşaatın rasyonel, hızlı ve ekonomik olması amacıyla Berlin’de ilk defa bir inşaat işinde makinalar devreye girmiştir. Bu ferah konutlar esasen Mietskasernen’lerde yaşayan işçiler ve düşük gelir grubundan insanlar için düşünülmüş olduğu halde toplumun her kesiminden büyük ilgi görmüş, hatta burada komünal bir bilinç gerçekleşmiştir. Zaman içinde konutların konfor şartları iyileştirilmekle birlikte Taut’un yerleşim, kütle ve mekan prensipleri halen şaşırtıcı derecede “modern”dir ve geçerliliğini korumaktadır.[9]

1927’de Stuttgart’ta Mies van der Rohe önderliğinde biraraya gelen aralarında Walter Gropius, Bruno Taut ve Le Corbusier’in de bulunduğu mimarlar Weissenhofsiedlung adında, yeni malzeme ve inşaat tekniklerini sergiledikleri bir bahçe şehir gerçekleştirdiler. Alman Bauhaus ekolüne bağlı bu Werkbund(“iş-birliği”), Almanya’nın diğer kentlerinde olduğu kadar İsviçre’de Çek Cumhuriyetinde ve Avusturya’da da benzer projelere öncülük etmiştir.

İki savaş arasında katı sosyaldemokrat bir dönem geçiren “kızıl” Viyana’da (das Rote Wien) yönetim konut konusunda seçimini, kentin eteklerindeki bahçeli konut yerleşimleri yerine, merkezdeki “proleteryanın anıtsal blokları”dan yana kullandı. 11 yıl içinde doğal hava ve ışık alan, elektrik ve gaz donanımlı 64.000 yeni konut inşaa edildi. %40lık yapı oranı (ki eski kiralık konutlarda bu oran %85e varıyordu) ile bu yerleşimler geniş, yeşil iç avlularında spor oyun ve diğer komünal aktiviteler için imkan sağlıyordu.[10] Aralarında 1.325 üniteli Karl-Marx Hof’un da bulunduğu toplu konut blokları adeta bir rejimin sağlam kaleleri olarak çalışan kesimi korumaya alıyor, hatta yıkılan monarşinin güç simgesi barok Schönbrunn sarayının müştemilatına sıradan insanlar yerleştiriliyordu.

Karl Marx Hof, Şubat 1934’te faşist kuvvetler tarafından ağır makinalı silahlarla kuşatılarak yoğun ateş altında ele geçirildi. Adı “Heiligenstädter Hof” olarak değiştirildi ve yerleşim 1945 yılında eski adını alıncaya kadar bu şekilde anıldı. [11]

Avusturya’da sosyalist rejimin süper-bloklarına alternatif bir bahçe şehir yerleşimi 1932 yılında gerçekleşti. Josef Frank önderliğinde biraraya gelen ve aralarında Gerrit T. Rietveld, Richard Neutra ve Adolf Loos’un da bulunduğu mimarlar tarafından hazırlanan 70 üniteli Werkbundsiedlung halkın beğenisine sunuldu. Burada eğilim, Stuttgart örneğinden farklı olarak, çağdaş inşaat teknolojilerinin sergilenmesinden ziyade yeni mekansal zenginliklerin ve fonksiyonel çözümlerin aranması yönündeydi.[12]

Werkbund projeleri modern mimarlığın manifestal yapıları olmasının dışında halka yeni iş alanları yaratması açısından sosyal anlamda da önem taşır.

Group of slumless smokeless cities

Ve sonrası…

Kentsel planlamanın modern ilkeleri 20. yüzyılın ilk yarısında gerçekleştirilen CIAM (Congrès Internationaux d’Architecture Moderne) konferanslarında tartışılmış ve ilgili bildiriler yoluyla somutlaştırılmıştır. Artık geleneksel inşaat yöntemleri yerlerini ekonomik endüstriyel tekniklere bırakmalıydı. Ayrıca modern kentin “gelişigüzel girişimlerin kaotik bir sonucu” olmaktan çıkartılabilmesi için “bütünsel” bir planlamanın gereği vurgulanıyordu. Konut, iş ve eğlence fonksiyonları 3. boyuta yükseltilerek yüzeydeki trafik sisteminden kopartılacak ve bu sayede sağlıklı bir gelişmeye olanak verilecekti. [13]

Le Corbusier’nin Marsilya’daki 1952 tarihli Unité d’Habitation binası; apartman daireleri, çalışma birimleri ve sosyal mekanları ile, halen işleyen, başarılı bir örnek olarak gösterilmektedir. Oysa bu modernist manifestoların ışığında -kuşkusuz- iyi niyetle yapılmış olan birçok toplu konut projesi ise zamanla sosyal çöküntü bölgeleri haline gelmiştir.

Minoru Yamasaki’nin 1951’de St.Louis’te gerçekleştirilen Pruitt-Igoe konutlarının, yıllarca yüksek suç oranı ve vandalizme sahne olduktan sonra 1972’de dinamitlenerek yıkılması, Charles Jencks’e göre bir anlamda modern mimarinin de yenilgisini simgelemekte.[14] James Stirling’in 1976 tarihli Runcorn konut yerleşimi de benzer birçok toplu konut projesi gibi aynı kaderi paylaşmıştır. Oysa ki burada sorun sadece mimari bir yaklaşım üzerinden tariflenecek kadar basit olmayıp, ayırımcı sosyal politikalara ve uygulamadaki yetersizliklere de dayanmaktadır.[15]

Diğer yandan Ricardo Bofill’in 1982’de Paris’te inşaa edilen “Abraxas Sarayı” gibi örneklerle Post-modern mimarlar, “sıradan” insanlara Adolf Loos’un yıllar önce “suç” ilan ettiği “süslü” binalarda aristokratlar gibi yaşama hakkını sunacaklardı.

19. yüzyılın ikinci yarısında icat edilen emniyet sistemli asansör, yapıların gökyüzüne doğru yükselmesinin yolunu açıyordu. 1950li yıllarda klimatize sistemlerin yaygınlaşması ise Rem Koolhaas’ın da işaret ettiği gibi, mekanların dış dünyadan iyice kopmasına, inşaatların yatayda ve düşeyde -teorik olarak- sınırsızca büyümesine imkan sağlamıştır.[16]Mimarlık kapitalist sistemin baskısıyla gittikçe insan ölçeğinden uzaklaşırken, “doğal hava” ve “doğal ışık”, metropol insanı için tekrar lüks haline gelmiş gibi görünüyor.

Sonuç yerine

Berlin 20. yüzyılın 2. yarısında fırtınalı bir döneme daha girdi.

Kent, savaş galibi ülkelerin kontrolü altındaki sektörlere- ama temelde kapitalist ve sosyalist olarak yönetilen iki fraksiyona ayrıldı. Bunlardan ikincisinin sunduğu ürün ve iş çeşitliliğinin zaman içinde yetersiz kalması nedeniyle insanlar kentin batısına göç etmeye başladılar, bir kısmı ise doğuda ikamet etmesine rağmen batıda çalışıyordu. Sosyalist yönetim, 60’lı yıllarda önce sokaklar boyunca askeri bir engel oluşturdu, bunu hafif bir tel örgünün, gittikçe robüstleşen- her dahiyane kaçış eylemi üzerine dinamik olarak metamorfoz geçiren, kuvvetlenen, otomatik ateşlenen silahlarla donanımlı bir duvarın inşaatı izledi.[17] Böylelikle bir anlamda sistem, adeta mitolojik bir tanrı gibi, varlığını korkutma ve baskı yoluyla korumaya almış oluyordu.

Doğu Alman Demokratik Cumhuriyeti (DDR) aslında üretim tesisleri ile dünyanın sayılı ekonomileri arasında yer alan, çeşitli ülkelerde konsoloslukları olan, sosyal hizmetlerin eşitlikçi dağılımı ile halkın gelişimine önayak olan güçlü bir devlet iken; 90’lı yıllarda kişisel özgürlükler konusunda yeterli esnekliği gösteremeyen diğer sosyalist rejimlerle birlikte, ömrünü tamamladı. Duvar yıkıldıktan sonra kur farkı nedeniyle ağır ekonomik çöküntü yaşayan, taşınmazları ve arazileri yok pahasına satılan ve böylece batılıların gözünde maddi manevi küçük düşen Doğu Almanlar, tüm sıkıntılarına rağmen sosyal ve komünal yanı ile memleketlerini seviyorlardı.

Son zamanlarda, idari ve halka açık fonksiyonları aynı çatı altında toplamış modern bir yapı olan Doğu Alman “Cumhuriyet Sarayı”nın, batılıların “DDR’ye ait herşeyi hafızalardan silme” dürtüsü ile yıkılarak, yerine eskiden orada bulunan barok sarayın rekonstrükte edilmesi söz konusu ediliyor. Kentin bunun için parası olmaması, hatta bir “saray” yaptırmak amacıyla “bağış” toplanması da ayrıca dikkat çekici. Başta doğu Alman halkı olmak üzere, entellektüel kesim bu fikre karşı yoğun bir savaş veriyor.

Günümüzde aristokratik referanslara bu şekilde göz kırpılması, bu sefer de sanki “para”nın mitolojik bir tanrı konumuna getirildiğini düşündürüyor.

Ancak insanlar bu duruma kendi rızalarıyla teslim olmuş görünüyorlar, çünkü “para” herbirine uygun hayaller sunuyor: bazıları için bir ev almak, bazıları için daha büyük bir ev almak, bir kısmı için ise en büyük eve sahip olmak.

Kaynaklar

[1] Griffith, M. Aeschylus, Prometheus Bound, Cambridge University, 1983

[2] Aynı kaynak

[3] Anderson, A. College, B. Why Prometheus suffers: technology and the echological crisis, Techne: Journal of the Society for Philosophy and Technology, Virginia P.I.and S.University, 1995 https://scholar.lib.vt.edu/ejournals/SPT/v1n1n2/pdf/anderson.pdf

[4] Vitrivius, Mimarlık Üzerine On Kitap, Ş. Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, 1993

[5] Tümer, G. Ateş ve Mimarlık, Arredamento Mimarlık, 2000/10

Shelter, Shelter Publications, 1990

[6] Hegemann, W. 1930- Das Steinerne Berlin, Ullstein Berlin, 1963

[7] Tietz, J. Geschichte der Architektur des 20.Jahrhunderts, Könemann, 1998

[8] Hall, P. Ward, C. Sociable cities, the legacy of Ebenezer Howard. J. Wiley & Sons, 1998

Letchworth Garden City resmi web sitesi, http://www.letchworthgardencity.net

[9] Das aktuelle Umzugsblatt, Berlin, 2001/06 http://www.bb-umzug.de

[10] [12] Sarnitz, A. Architecture in Vienna, Springer, 1998

[13] Conrads, U. Programs and Manifestoes on 20th-century architecture, The MIT Press Cambridge, 1971

[14] Jencks, C. The language of post- modern architecture, Rizzoli NY, 1977

[15] Parent , C. Domus, 2006 (www.arkitera.com)

[16] Koolhaas, R. Harward Design School Guide To Shopping, Taschen, 2001

[17] Hildebrandt, R. Es Geschah an der Mauer, Verlag Haus am Checkpoint Charlie, Berlin, 2003

3 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page